1. ‘öyle uzak ki yerim, uzakları aşıyor.’

    yalnızca çamaşırları toplamak için çıkmıştım oysaki balkona. havaya aldanıp melankolik buhranlara girecek halim yoktu. lacivert bir keresinde gülmüştü bu halime. ‘türk kadınından marla singer olmaz, depresyondayım der gider turşu kurar.’ demişti. haklıydı. ruh halimiz hayat telaşemizin önüne geçemiyordu bizim.

    fakat sis.

    ne yazık ki sis insana vakti olup olmadığını soran bir hava olayı değildi. bahçedeki kuru ağaçtan ilerisi görünmüyordu. tek başımaydım. her şey sisin ardında kalmıştı. sanki tüm dünya bir çitle çevriliydi de ben tek başına çitin içindeydim. kahve dükkânı çitin arkasında kalmıştı. iyi niyetimi büyük bir incelik ve ustalıkla kullanan kediler, sırf vakit öldürmek için ayaküstü laflanan insanlar, beceriksizce flört etme çabasında erkekler, öfkeli patronlar, kütüphaneye her seferinde topuklu ayakkabılarıyla gelen kız, kulaklıkları olmadan bir kez bile görmediğim çocuk, ruhu kırıla kırıla keskinleşmiş, kapana kısılmış saldırgan bir kedi yavrusu gibi bakan ev arkadaşım…

    ve lacivert…

    hiçbiri yoktu. yalnız ben ve boş vermişliğimin nişanesi, toplamaya uğraştığım çamaşırlarım.
    yeni bir duygu değildi aslında bu. herkes, hepimiz kendi çitimizin içinde yalnızdık. sis yalnızca bunu maddi âleme taşımış, olup biteni yüzüme vurmuştu.
    esasen lacivert, benim çitimdeki yalnızlığa ortak olmak istemişti. fakat o kadar alışkındım ki kimsesizliğe, onu sisin ardında bırakıp kaçıvermiştim. zira biz sevilmemeyi kabullenmiş ve hatta sevgisizlikle hayatta kalma işini marifet bellemiş insanlardık. sanıyorduk ki sevilince, yalnızlığı paylaşınca güçten düşecek, zayıflayacaktık.
    gururla meydan okuyorduk diğerlerine:
    ‘bak, bir başıma nasıl da ayaktayım, yıkamazsın beni!’



    ‘bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor.’
  2. ‘i'm a legal alien!'

    aidiyet ve yabancılık duygularının aynı anda bu denli yoğun olması mümkün mü?

    avare gibi yürüyerek geçtiğim sokaklar on, on beş belki de yirmi yıldır aynı kalmayı başarmış. ve hatta utanmasam, sokak kedilerinin dahi yirmi yıldır değişmediğini söyleyeceğim.

    perdeleri daima kapalı mahalle kuaförü, başa sarıp duran bir film sahnesi gibi, hep aynı ara sokaktan çıkan polis aracı, okul çıkışı coşkuyla koştururken kuru çınar yapraklarını ezen çocuklar…
    bir şehrin kokusu dahi değişmiyordu.
    bu, aidiyetti.

    ağır adımlarla çarşıya çıkan caddeye ilerledim. beni gören bir anne tedirgin olup çocuğunu diğer yanına aldı. kendimle konuşuyordum.
    hayır, delirmemiştim.
    yalnızca yazacaklarımı unutmamak için yüksek sesle tekrar ediyordum, defterimi evde unutmuştum.

    kabul, delirmiştim.
    fakat öyle naif delirmiştim ki, insanların yanımdan geçerken beni ürkek gözlerle süzmesini gerektirecek hiçbir sebep yoktu aslında. öyle ya, kendim hariç, kimseye bir zararım dokunmazdı. kendime aylar önce zarar vermeye çalışmış, fakat bu dünyadan kapıyı çarpıp çıkmayı dahi becerememiştim. sonrasındaysa kaybettiğim makul düşünme yeteneğimi geri kazanamamış, git gide meczuplaşmıştım. yaşadığım her yere, tanıdığım her insana farklı gözlerle bakıyordum artık. hakeza onlar da bana turistmişim gibi muamele ediyorlardı. yasal bir uzaylıydım artık.
    bu, yabancılıktı.

    her zamanki gibi arada kalmayı, kararsızlığı, ait olamamayı ve en nihayetinde delirmeyi becermiştim.
    hayatta layıkıyla yerine getirebildiğim tek şey delirmekti zaten.

    'i'm an englishman in new york.’